Günün köşe yazısı: Bozarslan’dan utanın… Nakşibendi Halidi iktidarı
13 mins read

Günün köşe yazısı: Bozarslan’dan utanın… Nakşibendi Halidi iktidarı

Yazar Orhan Gökdemir’in Sol gazetesindeki “Molla Halid Bulvarı’nın kadersizleri” başlıklı yazısının tamamı şu şekilde:

“Diyarbakır’da kayyım belediye, geçtiğimiz hafta, bir bulvara Şeyh Sait adı vermeye karar verdi. Kayyımın bu tasarrufunda şeyhin Kürt olmasının bir etkisi var mıdır bilmem. Ama bunu Nakşi-Halidi şeyhini onurlandırmak için yaptığı kuşku götürmez. Çünkü Türkiye’nin tamamında Nakşiı iktidarda. Konuyu bu bağlamda tartışıyoruz. Kaldı ki kararı veren kayyımın da bu tarikatın bir üyesi olması yüksek ihtimal. Malum Nakşi-Halidi iktidarındayız, tarikat erbabı olmayanı devlet kapısından içeri sokmuyorlar artık. Bakarız, anlarız.

Nakşi-Halidi tarikatı Türk İslam Sentezi ile Kürt İslam Sentezinin karşılaşma alanı aynı zamanda. Burada, bulvarda, her iki hareketin ortak paydası var. Yalnız paydanın bir tarikata mı yoksa ulusal bir harekete mi tekabül ettiğine iki hareket de karar verebilmiş değil. Tartışmanın kaynağıdır.

***

“Hilafet ve Ümmetçilik Sorunu”, Mehmet Emin Bozarslan’ın 1969’da yayımlanmış kitabı. Tartışmanın odağında bir şeyh olduğu için hatırlatıyorum. Liceli Bozarslan, medrese eğitimli bir ilahiyatçı. İlkokulu dışarıdan bitirdikten sonra müftü olarak atanmış. 1964’te Kulp Müftüsüyken yazdığı “İslamiyet Açısından Şeyhlik-Ağalık” adlı kitabı yüzünden görevinden uzaklaştırılmış. “Kürtçülük ve solculuk yaptığı” iddia edilmiş sonra. Danıştay iadesine karar vermiş, Şarköy’e sürülmüş. Sonra başka kitaplar, “Mem û Zîn” çevirisi, sürgünler, hapisler. İlerici bir din adamının, bir Kürt aydınının verimi ve serüvenidir. Sol damardan gelmek ve hayatın her alanında ilerici bir tutum almak kökenden bağımsız bir aydın geleneğimizdir. Bu ülkede gericiliğe, şeyhliğe, ağalığa, kapitalizme, emperyalizme direnmek her zaman solun işidir.

Peki, ne var “Hilafet ve Ümmetçilik Sorunu”nda? Emperyalizmin dini kullanarak, dinin arkasına saklanarak Ortadoğu’da çevirdiği dolaplar… Şöyle başlıyor: “Son yıllarda gerek Türkiye’de gerek diğer Ortadoğu ülkelerinde etkisini iyice göstermeye başlamış olan Hilafetçilik ve Ümmetçilik akımı, bazı yerlerde örgütlenmiş ve karşıdevrimci bir güç olarak eyleme dahi geçmiştir. Yüzyıllarca sömürülen, ezilen Ortadoğu’nun ve özellikle Türkiye’nin mazlum halklarıyla emperyalizm-komprador burjuvazi-ağa ittifakı arasındaki çelişkinin keskinleşip etkin duruma geldiği sırada bu akımın böylesine güç kazanması ve eylem alanına geçme olanağına kavuşması bir rastlantı değildir.” Bozarslan, bugünün ölçüleriyle bakıldığında, pek Kemalist’tir! Hilafetçiliğe ve Ümmetçiliğe karşı olanın kaçınamayacağı bir haldir bu.

Ülkemizde 1969’dan bu yana yaşanan siyasal evrime dönüp yeniden bakmanızı öneririm. Hilafet, şeyhlik, ağalık hatta Abdülhamit’in tımarhaneye kapattığı Said-i Nursi dokunulmazlık kazandı, kutsandı. Tarihin çöplüğüne atılan bütün şeyhler, şıhlar, ağalar makbul adamlar oldu. Yobaz dincilere etnik kimlikler vehmedildi, tarikat akrabalıkları keşfedildi, “Kürt sorunu”nu “Nakşibendi kardeşliği” ile çözeceğini iddia eden aklı evveller türedi. Hepsinin kökeninde emperyalizmin Ortadoğu’yu dinle şekillendirme projesi var. Başka bazıları da bu oyunda masada yer kaparlarsa kazançlı çıkacaklarını sandı. Olabilir, mümkündür. Barzani ailesi örnek, kazançlı çıkanlar var. Biz ise bakarız, başkaları bu çukura düşmesin diye uyarırız.

Başka bir çağın eşiğindeyiz, tuhaf adamlardan geçilmiyor ortalık. Öyle utanmazlar var ki aralarında, Fidel Castro’yu “Kürt katillerinin dostu” ilan etti biri öldüğü gün. Bir tarihte Saddam Hüseyin’e destek vermişmiş, iddiasına göre. Sonra Amerikalılar Suriye’den çıkmasın diye imza kampanyası başlattı duyarlı elemanımız. Çukurdan kastımız budur. Mehmet Emin Bozarslan’ın yerini alan tipler işte bunlardır. Ölçümüzdür, Bozarslan’dan daha geriye düşmeyi kabul etmeyiz.

***

“UKKTH” diye kodlanan bir siyasi ilkemiz var, malum. Açılımı ulusların kendi kaderlerini tayin hakkıdır. Genel bir doğruya işaret ediyor ilke. Esası emperyalist işgale karşı direnen halkların bağımsızlığıdır. Ancak tabii esası bağımsızlıksa, emperyalizme yedeklenenin tanınacak bir hakkı da kalmamaktadır. Yancıda “kader” bulamayız çünkü. Bu durumda emperyalist işgal altında halklara kalan sadece kendi “kederlerini” tayin hakkıdır. Kaderimizi emperyalistler belirleyemesin, ilkenin dediği budur.

Emperyalistler Ortadoğu’da ve başka bölgelerde yüzyıllardır kimliklerle, inançlarla, geleneklerle, sınırlarla oynar, amaçlarına ulaşmak için kullanır. Hiçbiri işe yaramazsa ajanlarını gönderir, işbirlikçilerine para yağdırır, silahlandırır, kukla yönetimler kurar, darbelere girişir, suikastlar yapar, halkları birbirine düşürür, kardeşleri birbirlerine düşman eder, kan döker, kan döktürür. Kendi İslam’ını oluşturur, kendi cihatçısını yaratır, kendi devletlerini, kendi etnik bölgelerini oluşturur. Elinden geldiğince bölgedeki bütün devletleri kullanır, kışkırtır, yönlendirir.

Buna direnmenin tek yolu “halkların kardeşliği”dir. O kardeşlik ise emperyalizmin ezdiği halkların yanında saf tutmayı gerektirir. Yoksa acıklı dilekçeler yazarsın giden emperyalist orduların ardından. Mesele, demek ki, kader tayininden ibaret değildir. Asıl olan ezilen halkların birleşmesidir.

***

Bir hatırlatma daha; bu ülkenin, bu halkın Nakşi-Halidi tarikatı ile ilgili travmatik bir geçmişi var. Bu tarikat ülkedeki her ilerici adıma gerici bir isyanla karşılık verdi. Aydınlığa yönelik düşmanlıkları devletle anlaştıkları 1826 yılına dayanıyor. Yeniçerilik ve Bektaşilik kovalanınca boşluğu doldurması için bunları görev çağırdılar. Abdülhamit bu ilişkiyi taçlandırdı, fırsatını buldukça bu tarikatı muhaliflerine karşı kışkırttı.

Nakşilerin en büyük ayaklanması 1909’da Hürriyet’e karşı oldu. II. Meşrutiyet ile hesaplaşma istekleri, İngilizlerin tahriki ve maddi yardımıyla İstanbul’da 31 Mart gerici ayaklanması olarak adlandırılan büyük bir kalkışmaya dönüştü.

Kurtuluş Savaşı sırasında da pek çok ayaklanma başlattılar. Şeyh Eşref, Birinci-İkinci Bozkır, Konya, Birinci-İkinci Anzavur, Ali Batı, Birinci-İkinci Düzce, Birinci-İkinci Yozgat ve Zile ayaklanmalarında öncülük Nakşilerdeydi. Cumhuriyetin kurulmasından sonra da bu ayaklanma girişimleri sürdü. Yeni iktidar, merkezi otoriteyi güçlendirmek, Osmanlı bakiyesi yerel güç odaklarını dağıtmak istiyordu. Bir taraftan eski imtiyazlarını kaybetme endişesi, diğer taraftan tarikatların güç aldığı hilâfetin ilgası Doğu Anadolu’da da karışık duygular yaratmıştı. Tarikatlar rahatsızdı!
Gerici hareketlerin tarihi ortada. Nakşi-Halidi kalkışmalarının tamamı gerici kalkışmalardır, birini diğerinden ayırmak için bir neden göremiyoruz.

***

Nakşibendilik Osmanlının çok önemli bir parçasıydı, bir tür yarı resmi tarikattı. Bu nedenle çok politize oldular ve düzeni değiştirmeye yeltenen her harekete düşmanlık beslediler. Haliyle Şeyh Sait’ten AKP’ye uzanan siyasi çizgide bir Nakşibendi rengi var.

Şeyh Sait’in bir ulusal önder olarak öne çıkarılması, 1990’lı yıllarda başladı. Esası yeni bir tarih yazımı ihtiyacıydı; ulusal harekete ulusal kahramanlar gerekiyordu. Bu ihtiyaç nedeniyle ümmet hanesinde yer alan kimi başlıklar, ulus hanesine yazılmaya çalışıldı. Sonra gerisi geldi. 2011’de Süleymaniye’de yaşayan Nakşi-Halidi şeyhinin kapısını çaldılar, çıkışta “Şeyh Şebendi ile görüştüm. Nakşibendi tarikatının merkezi Süleymaniye’dir. Tarikatın en büyük şeyhi de Şeyh Şebendi’dir” yolu açıklama yaptılar. Şeyh Şebendi yaşayan Nakşi-Halidi şeyhiydi. Bu bir tür Nakşi tarikatını tanıma adımıdır.

Sadece Süleymaniye’de değil, Ankara ve İstanbul’da da Nakşibendiliğin borusu ötüyordu artık. Bugün Türkiye’nin içine itildiği karanlığın sorumlusu olan pek çok tarikat, Menzil-İskenderpaşa-Erenköy-İsmailağa-Süleymancılar-Işıkçılar, Süleymaniyeli Molla Halid’in paltosundan çıktı. Turgut Özal’dan Necmettin Erbakan’a, Bülent Arınç’tan Kemal Unakıtan’a, Abdullah Gül’den Tayyip Erdoğan’a, yakın tarihte karşıdevrim safında kim varsa bir eli Molla Halid’dedir. Diyarbakır’da o bulvara giden yol işte böyle döşenmiştir.

***

Halidiliğin yanında bir de Siyonizm sevgisinde kesişiyor yolları. “Yeni Yaşam” adlı mecrada “Meriç Gök” imzalı, “Solun antisemitizmi” başlıklı bir Siyonizm ve Emperyalizm aklama girişimi yapıldı birkaç gün önce. Yiğit Günay soL’da “Dekor” başlıklı bir yazıyla cevap verdi bu girişime. Kelimeleri bilerek seçiyorum; ilki girişim, ikincisi cevap yazısıdır. Nitekim tepkiler üzerine girişim akim kaldı, yazı yayından kaldırıldı. Ancak kaldırılması değil, böyle bir girişime teşebbüs edilebilmesidir haber. Solu hizaya sokma girişimi hep oldu ama bu kadar kaba sabasına, bu kadar cüretlisine ilk kez tanıklık ettik. Cahil cesareti deyip geçemeyiz. Dekor yapılmış soldan cesaret aldıkları için oluyor bunlar. Unutulmasın diye not ediyoruz.

Ne diyor girişim? Filistin’i savunan sol antisemitisttir. Ne yapacağız? Filistinlileri katleden Siyonist İsrail’in arkasında hizalanacağız… İsrail ile kutsal davaları arasında bir bağ buldular, utangaç Siyonist tutumlarının gerekçelerinden biri budur. Daha fenası “Rojava duyarlılığı”nı da bu hizalanma girişimine gerekçe yapmalarıdır.

Sadece Siyonizm yancılığı değil mesele. Şeyh, şıh, seyit severliğin arkasında da bu dekor olma halinin etkisi büyük. Şeyhseverler Siyonizm’i ve emperyalizmi de seviyor. soL’da Yiğit Günay’ın “Dekor” yazısında dediği gibi “Milliyetçilik, bölgede ulusal çıkarlar adına sırtını ABD’ye dayamayı, İsrail’le yakın işbirliği kurmayı meşru göstermeye, liberalizm, İsrail karşıtlığını, antiemperyalizmi mahkum etmeye çalışıyor.”

Tabii bu ölçüsüzlüğün dramatik sonuçları da olur. Filistin’deki soykırıma karşı “ezilenler” cenahında alınan tutum “ezilen halk” mitosunu yıprattı, eskitti. Bir kez daha anlaşıldı ki milliyetçilik ile mağduriyet yan yana olmuyor. Çünkü milliyetçilik eninde sonunda başka halkları ezme niyeti, ezme gerekçesidir… “Ezilen halk” ise ancak eşitlikçi-enternasyonal bir yaklaşımla mümkündür.

***

Peki, Nakşibendilikte ulusal bir renk bulunabilir mi? Mümkün değildir. Bu çizgideki ulusal renk İslamcılığın önemsiz bir dolgusundan ibarettir. Molla Halid Bulvarında belirlenebilecek ulusal bir kader bulamazsınız.

İşte tarih, işte sonucu. Bu karanlığın Kürdü, Türkü yok. Kadınların, çocukların ve tabii insan olmak-insan kalmak isteyen “erkeklerin” kurtuluşu ümmet olmakta değil eşit ve özgür yurttaş olmakta. Nakşi-Halidi kardeşliği değil, sınıf kardeşliği birleştirir bizi. El ele vereceğiz öyleyse, Süleymaniye’de veya İstanbul’da, her neredeyse, bu tarikatları sileceğiz.

Bize yakın olan büyük görünür, ışık kırılmasıdır. Bu kırılmayı aşma olanağımız var. Biraz sola dönmek, biraz sınıf seviyesinden bakmak yeterlidir…”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir